Sunday, November 11, 2007

Kahramanmaraş Ulu Cami

Ekmekçi Mahallesi'nde, kalenin güneyinde yer alan Ulu Cami'nin kitabesinin tercümesinde Sultan Melik Eşref (Kansu Gavri) zamanında, Zülkadiroğlu Alaiddevle tarafından, 1502 senesinde yapıldığı yazılı. Mihrabı, minaresi ve minberi orjinalmiş. Minaresi oldukça güzel. Ayrıca tavandaki süslemeleri de kaçırmamak lazım...

Fotoğraflı, orjinal versiyonu Gezi Yorumları'nda görebilirsiniz...



Monday, October 8, 2007

Fotoğraflı Versiyon: Pınarbaşı, İnebolu ve Cide üzerinde Amasra

Valla Kanyonu'nu tepeden de olsa görme çabalarımız sonuç vermeyince epey yorulmuş olarak Pınarbaşı'ndaki Paşakonağı'na gittik. Şansımıza o gün bir düğün vardı bahçesinde. Bu vesileyle ilk kez köçekleri canlı olarak görmüş oldum:) Canlı kırmızı rengin hakim olduğu bir etekle ve ellerinde zillerle oynayan adamlar. Arada sırada eteklerini savurup yere oturuyor ve orada oynamaya devam ediyorlar. Bizim için de öyle ama herhalde balkondan bu manzarayı seyreden Avustralyalı turist için daha da ilginç bir görüntüdür. Buyrun youtube'dan bir köçek videosu:

Paşakonağı büyük bir bahçenin içinde iki katlı kocaman bir konak. Restore edip turizme kazandırmakla çok iyi yapmışlar. Odalara bir şekilde banyo, tuvalet de yerleştirilmiş. Bazılarında ikisi ayrı ayrı küçük bölmeler halinde. Üst kattaki sofa kısmı oturulabilecek şekilde dekore edilip eski eşyalarla süslenmiş. Eski evlerin tarzını sevdiğim için burayı da sevdim ben.

Yemeği Paşakonağı'nda da yiyebilirdik ama Pınarbaşı merkezinde yemeyi tercih ettik. Kapanmak üzere olan bir lokanta bularak kaybettiğimiz enerjileri geri aldık...

Ertesi gün bahçede yaptığımız güzel kahvaltının ardından Horma Kanyonu'nun Pınarbaşı tarafındaki başlangıcını görmeye gittik. Aslında normalde gidenler buradan girip Ilıca Şelalesi'nden çıkıyorlar sanırım ama biz biraz tersten ilerlemiş olduk. Kanyon girişini de gördükten sonra hatalı bir plan yaptık, hiçbirimizin daha önce görmediği İnebolu ve Abana'ya gitmeye ve oradan Cide üzerinden sahilden geçerek İstanbul'a dönmeye karar verdik. Tabi Abana'ya gidince doğuya doğru da epey bir gitmiş olduk. Yolda çok güzel yerlerden geçtik gerçi ama Abana bizde hayal kırıklığı yarattı. Yol yorgunluğunu atmak için bir plajda denize girdik sadece. Oradan da İnebolu Cide arasındaki bitmek bilmeyen virajlarla dolu yola devam ettik. Normal zamanda zevkli bir yolculuk yapmak için güzel olabilir belki ama çok yorucu bir yol. İnebolu'dan öğlen yola çıktığımız da düşünülürse İstanbul'a gidecek birisinin tercih edeceği bir yol değil aslında:) Cide'ye ve Gideros Koyu'na uğramayı planladığımız için böyle yaptık ama sanırım en iyi plan Pınarbaşı'ndan direkt Cide'ye gitmek olacakmış... Neyse, bir şekilde döne döne ve tepeden denizi seyrede seyrede Cide'ye ve Gideros Koyu'na vardık. Yemeği Cide'de yemek istiyorduk ama istavrit dışında bir seçenek olmayıp da aramızda balığa muhalif olanlar olunca Gideros'a şöyle bir uğramış olduk. Deniz olarak yosunlu olduğu için bana çok iyi gözükmedi ama sakin sakin oturup birşeyler yiyip içmek için uygun bir yer diye düşündüm...

Orası mı burası mı derken Amasra'ya kadar geldik ve yemeği orada yedik. Daha da önemlisi biraz dinlenmiş olduk. Ben araba kullanmadım ama o yollarda arkada oturmak daha yorucu resmen. Bir deniz faslı da Amasra'da yaptıktan sonra akşama doğru Amasra'dan ayrıldık ve Karabük üzerinden otobana bağlanarak gece yarısında İstanbul'da olduk.

Özellikle son gün yorucu oldu ama güzel bir haftasonuydu. Tabi ki gezinin yıldızı Horma Kanyonu'ydu. Öyle çok fazla kanyon görmüşlüğüm yok ama bugüne kadar gördüğüm en güzel kanyondu diyebilirim. Suyun tersi yönünde gittiğimiz için kanyonu tamamen geçemedik ama bir ara Pınarbaşı tarafından girerek kanyondan şelaleye kadar gitmeyi planlıyoruz ama bakalım ne zaman kısmet olacak...

Ilıca Şelalesi ve Horma Kanyonu

Fotoğraflı Versiyon: Ilıca Şelalesi ve Horma Kanyonu


Geçtiğimiz hafta sonu macerasever arkadaşlarımın Küre taraflarına gitme teklifiyle alelacele bir plan yapıp yola düştük. Küre Dağları'ndan sadece geçmiştim bugüne kadar. Geçerken gördüğüm manzaralar ve de okuduklarım gerçekten etkileyiciydi, o yüzden de merak ettiğim yörelerden birisiydi.
Topladığımız bilgilerden önce Ilıca Köyü'ne gitmeye ve orada şelalenin ve kanyonun durumunu öğrendikten sonra ona göre davranma şeklinde bir plan yaptık. Sabah 9 gibi İstanbul'dan çıktık ve otoyoldan Gerede ayrımına kadar giderek Karabük'e saptık. Safranbolu'da bir yemek molası vererek Safranbolu bükmesini tatmış olduk. Tabi oralara kadar gitmişken daha önce tadıp çok beğendiğim cevizli yaprak helvadan da almamak olmazdı. Bu helva dönüş yoluna kadar açlık ve enerji ihtiyaç duyulan anlarda epey idare etti. Aynı zamanda kendisi yine Safranbolu'dan aldığımız iple birlikte teknik ekipmanımızı oluşturuyordu:)
Safranbolu'dan biraz Bartın yönüne devam ettikten sonra Eflani, Pınarbaşı yolu sağa doğru ayrıldı. Yol yer yer çalışmalar yüzünden pek kötüydü. Bir yanda iş aletleri çalışıyor, yanlarından siz geçiyorsunuz. Herhalde pek fazla araç geçmediği için düzgün bir servis yolu yapmaya gerek duymamışlar.
Eflani'yi geçtikten sonra da Pınarbaşı'na gelmeden Valla ve Horma kanyonlarıyla Ilıca Şelalesi'ne giden yol ayrıldı. Etrafı ormanlarla çevrili bir vadinin içine inmeye başladık. Biraz gidince de tabelalar Valla Kanyonu için sol, Horma Kanyonu ve Ilıca Şelalesi için sağ gösterdi. Hedefimiz Horma Kanyonu olduğu için sağdan devam ederek Park Ilıca 'ya geldik. Ahşap kulübelerden oluşan güzel bir tesis. Yer ayırtmadığımız için boş oda olmadığını söylediler. Dönüşte tekrar duruma bakarız, belki gelmeyen olur diyerek kanyon ve şelale hakkında bilgi almaya çalıştık...
Gelmeden önce bizim aldığımız bilgiler Horma Kanyonu'da Pınarbaşı tarafından girildiği ve kanyonun 4 km sonra Ilıca Şelalesi'nde son bulduğu şeklindeydi. Her ne kadar ekipman şarttır dese de profesyonel olmayanların da geçebileceği gibi bir bilgi vardı. Tabi biz bir kere ters yönde, şelalenin oradaydık. Oteldeki görevliye kanyon geçişini sorduk ama o mümkün değil geçemezsiniz, dağcı bir ekip tüm ekipmanlarıyla geldi, 4 sene denediler geçemediler, en son beşincisinde geçtiler şeklinde bir yaklaşımda bulundu. E peki şelaleden yukarı doğru gidelim dedik, ona da yapamazsınız dedi önce. Sonra hemen üstte bir kemer vardır, bir bakın, orayı geçerseniz biraz daha gidersiniz dedi. Biz de önce bir şelaleyi görelim sonra da kanyona bakarız diyerek köye doğru ilerledik.
Arabaları köyde bırakıp şelaleye kısa bir yürüyüşle patika bir yoldan gidiyorsunuz. Şelaleye gelmeden önce bizi kayaların üzerinde yetişmiş, üzerleri yosunla kaplı ağaçlar karşıladı. Bu şekilde ağaçları bir de Macahel Vadisi'nde görmüştüm. Orada çok daha fazla sayıda varlardı tabi ama yine de yıllar sonra tekrar görmek ilginçti.
Yolun sonunda gördüğümüz Ilıca Şelalesi ise gerçekten güzeldi. 15 metre yüksekten dökülen şelalede mevsim dolayısıyla çok fazla su yoktu ama hem şelalenin hem de şelalenin altında oluşmuş gölün görünüşü çok güzeldi. Özellikle de suyun rengi...Tabi hemen girdik soğuk sulara. Yoldan sonra çok iyi geldi. Şelalenin yakınlarındaki kayalığa çıkıp şelalenin döküldüğü yere atlamak da ayrı bir zevk. Sudan çıkınca şelale sizi nasıl baktığınıza göre dövüyor ya da masaj yapıyor. Çok fazla acıtmadığı için bir süre durmak mümkün altında... Velhasıl sadece şelale bile yola değerdi bence...
Şelale molasından sonra şelaleye giden patikadan biraz geri gidip üste doğru çıkan kanyon yoluna saptık. Kanyonun girişi de çok güzeldi. Giderseniz kanyona girmeyecek olsanız bile üst tarafa çıkmanızı tavsiye ederim. Su şelaleden dökülmeden önce iyice oyulmuş kayaların içine giriyor, dar alanlardan geçip sonra dökülüyor. Tabi bu şimdiki hali, su fazla olduğunda bizim gördüğümüz kaya oyukları görülmeyebilir bile. Yine bu bölümde çember şeklinde oyulmuş bir kaya vardı. Onun dışında irili ufaklı göletlerde suya girip serinleyebilirsiniz. Biz kanyonu merak ettiğimiz için içerilere doğru ilerledik. Birkaç yeri yüzerek geçmemiz gerekti ama çok zor bir yer yoktu. Ta ki ikinci büyük şelaleye ve onun altındaki göle gelene kadar...Şelaleden yukarı çıkmanın mümkün olmadığı uzaktan belli oluyor ama yan tarafında kayalık bir bölge var ve oradan şelalenin yukarısına çıkış olabilir diye düşünüyoruz. Bunun üzerine grubun keçisi Hamza'yı önden yolladık. Aradı taradı, oralardan bir geçit buldu. Biz de arkadan giderek bu şelaleyi geçmiş olduk. Birkaç tane daha tamamen suya girmeyi gerektiren yer geçtikten sonra böyle yerlerden birinin sonundaki bir şelalede tıkandık. Enerjimiz de azalmış olduğu için geri döndük. Zaten ben oraya gelmeden önce de acayip üşüdüğüm için gücümü tüketmiştim. Kanyon doğal olarak güneş almadığı için soğuktu, su da soğuktu ama herkese birşey olmazken ben bir ara resmen titreme krizine girdim. Hatta bir ara dönüşte iki havuzun ortasında bir kayaya yapıştım kaldım. Kayaya çıkmaya çalıştım ama kollarım milim bile oynatamadı vücudumu, neyse biraz dinlenince kendime geldim. Ama epeydir spor yapmayı ihmal etmemin pek iyi sonuçları olmadığını da anlamış oldum:)
Sonuç olarak güzel bir yürüyüş oldu, Horma Kanyonu'nu çok beğendik. Suların rengi, oyulmuş kayalar, etrafta yükselen duvarlarla görmeye değer bir kanyon. İlerlemek kolay değil ama yine de değiyor...
Malesef şelaleden ve kanyondan fotoğraflar yok çünkü tamamen suya girmek zorunda kalacağımızı bildiğimiz için yanımıza makine alamadık. Ama şu adresten ilgili fotoğralara bakabilirsiniz:
Kanyon dönüşü Park Ilıca'yı tekrar kontrol ettik ama yer yoktu. Pınarbaşı'daki Paşakonağı 'nı arayarak bizim için yer ayırttılar sağolsunlar. Yer işimiz hallolunca saat geç olmasına rağmen gelmişken Valla Kanyonu 'nu da görelim dedik ve Pınarbaşı yolundan kanyon tarafına saptık. Muratbaşı Köyü'nde arabayı bırakıp bir tarif aldıktan sonra hava kararmadan yetişmek için yola düştük. Gidiş geliş yarım saat demişlerdi ama biz bir türlü bahsedilen gözlem noktasına varamadık. Bir yerde patika yol ikiye ayrıldı ve tabela yoktu. Birini tercih ederek epey gittik ama artık patikanın üzerinde otlar filan da olunca burası değil diyerek geri döndük ve diğer yola saptık. Tabi bu arada hava iyice kararmıştı. Neyse ki dolunaya yakın bir ay vardı ve etrafı biraz aydınlatıyordu. Bu ikinci yoldan yokuş aşağı epey de hızlı olarak indik ama suyun sesi gittikçe yaklaşınca neredeyse dereye inmiş olduğumuzu anladık ve artık pes edip geri dönmeye karar verdik. Tabi koştura koştura indiğimiz son derece dik yokuşun çıkışı pek keyifli olmadı:) Kanyonda zaten yorulmuştuk, burada da epey bir enerji harcayarak oldukça sportif bir gün geçirmiş olduk. Bir şekilde karanlıktan yanlış bir yere saptık ama başka da yol ayrımı görmediğimiz için nereden sapmış olabiliriz hiç bilmiyorum. Tabi keşke laf dinleyip bir kılavuz alsaydık yanımıza dedik ama geçti Bor'un pazarı... Dönüşte arabanın yanında bir amca biraz daha gelmeseydik bizi aramaya çıkacağını söyledi. Merak etmişler uzun süre gelmeyince. Velhasıl epey bir yorulduk ama Valla Kanyonu'nu sadece uzaktan görebildik. Son iki fotoğraf oradan...
Pınarbaşı'nda kalış ve İnebolu - Amasra üzerinden dönüşümüz de sonraki bölüme kalsın...


Wednesday, July 4, 2007

Merhaba,

Bu gezinin notlarını henüz tamamlayamadım ama şu ana kadar olan kısmı ekliyorum. Gezi Yorumları'nda yazmıştım normalde bunları. İlk bölümün linkini veriyorum aşağıda, oradan sonraki bölüm şeklinde devam ediyor zaten:

http://www.geziyorumlari.com/index.php?option=com_content&task=view&id=156&Itemid=149

Aralara fotoğraf eklenmiş versiyonları da ekleyeceğim birazdan...

Son Mesajdan 2 dakika sonra eklendi:

Aslında kafamda çok net bir plan yoktu. Zaten daha önce motorsikletle çadırlı bir geziye çıkmamıştım ama motorsikleti esas kullanma amacım dağda bayırda kamp kurulabilecek yerlere gitmek olduğu için bir yerden başlamam gerekiyordu:)

Haydi Bismillah diyerek motorsiklete çadırı ve diğer eşyaları yükleyip yola çıktım.



Eskihisar-Topçular vapuruyla karşıya geçtikten sonra Yalova tarafına gitmek yerine daha önce arabayla geçtiğim Karamürsel'in arkasındaki tepelere doğru gittim. Bu yol düzgün ama ufak bir yol, güzel yerlerden, köylerden geçerek İznik Gölü'ne iniyorsunuz. Yol üstünde sonbaharda kestane toplamak için de ideal yerler var.



İznik Gölü kenarına indikten sonra sola dönüp İznik'e veya sağa dönüp Orhangazi'ye, Yalova-Bursa yoluna gidebilirsiniz. Ben Orhangazi tarafına gidip oradan tekrar İznik tarafına döndüm. Bir ara bu göl kenarındaki lokantlardan birinde güzel bir yayın balığı yemiştim, güzel bir balıktı, yeri gelmişken tavsiye edeyim:)

İznik'e doğru giderken haritada direkt Yenişehir'e giden daha ufak bir yol gördüm. Sölöz denen bir yerde yoldan sapıp tepelerin arasından gidiyor gibi gözüken bu yoldan gitmeye karar verince Yeni Sölöz'ü bulmuş oldum. Normalde geçip gitmem gerekiyordu ama birçok eski 2-3 katlı ev görünce merak ettim, nasıl bir yerdir diye.




Biraz dolaşıp amcalarla sohbet ettikten sonra buranın eski bir Ermeni yerleşimi olduğunu, sonra onların terketmek zorunda kaldığını ve yerlerine Balkanlar'dan göç etmek zorunda kalanların yerleştirildiğini öğrendim. Tabi böyle bir durum olunca benim sorularım da hazine avcısı mısın şeklinde karşı sorular doğurdu. Çok oluyormuş gelip giden çünkü burası eskiden ipekleriyle ünlüymüş ve 2-3 tane büyük ipek işleme tesisi varmış. Bursa'ya ipek buradan gidermiş o yüzden de zengin bir köymüş. Ermeniler de çok ani olarak terketmek durumunda kalınca mutlaka buralarda bir yerlerde altınlar vardır gibi bir düşünce oluşmuş insanların kafasında. Bulan olmuş mu bilmem ama yarı yarıya paylaşım gibi cömert teklifler aldığımı belirteyim. Malesef metal arama dedektörüm yanımda değildi o an:)

Öyle böyle derken köy hoşuma gitti. Bari gece burada kamp kurayım dedim. Biraz yukarıda Ayazma denen yeri önerdiler bana. Kocaman bir çınar ağacı olan yeşil bir düzlük. Tepeden İznik Gölü'nü görüyor. Piknik alanı gibi kullanıldığı için çeşmesi de vardı. İyiymiş deyip oraya yerleşmeye karar verdim.



Orada kamp kurmamı ilginç bulan köyün delikanlıları da sohbet etmek için akşam uğradılar. Biraz da evden kaçmak için bahane arıyorlardı herhalde:) Hep beraber ateş yakıp muhabbet ettik.

Sonra ne olduysa köy benim hoşuma gitti. İznik Gölü'nün manzarası mıdır, etrafın yeşilliği midir bilemem 5 gece kaldım orada. İlk gün kaldığım yeri değiştirip yukarıdaki mesire alanına gittim. Arada köyün gençleriyle futbol maçı yaptık. Göl manzaralı güzel bir çim sahaları var. Tepelere doğru çıkıp Uludağ manzarasını seyrettim. Gerçekten Bursa'ya bakan sırtlarda manzara güzeldi. Gerçi göle bakan taraf da güzeldi. Orhangazi tarafındaki çeltik tarlaları tepeden iyi bir manzara oluşturuyor...







Son Mesajdan 4 dakika sonra eklendi:

Daha yolun başında Yeni Sölöz'de uyuşmuş oluşum bende bu yolculuğun pek uzun sürebileceği izlenimini yarattıGülümsüyorum 5 günün sonunda orada edindiğim arkadaşlarla da vedalaşarak yola düştüm. İznik üzerinden değil de ilk planladığım gibi Sölöz'ün tepelerinden direkt Yenişehir'e indim. Oradan da İnegöl'e.

İnegöl'e gelmişken köfte yemeden olmaz diyerek bir köfteciye girdim. Köfte fena değildi ama fiyatlar istanbul fiyatlarıydı. Zaten sonradan İnegöl'ü turlayınca doğru yeri bulamamış olduğumu farkettim. Adının İshak Paşa Külliyesi olduğunu zannettiğim merkezdeki eski caminin yanında tarihi bir köfteci vardı. Camında 1800 küsürlü bir yılda kurulduğu yazıyordu. Çok da güzel gözüküyordu ama artık bir dahaki sefere orada yeriz...

Külliyenin oradaki parkta biraz oturup dinlendikten ve İnegöl sokaklarını turladıktan sonra Kütahya'ya doğru yola çıktım. Yolda hadi bir bakayım diyerek Oylat kaplıcalarına döndüm. Güzel bir yoldan geçerek Oylat'a geldim. Oylat'ın içi çok betonarme olmuş ama güzel bir doğası var.





Halbuki çok güzel yapabilirlermiş oraları. Etrafta hamamlar ve oteller var haliyle. Motoru bir büfeye emanet edip bir tanesine girdim. Havuzdu, hamamdı, soğuk suydu derken biraz vakit geçirdim. Soğuk su dolu havuza girmek en iyi gelen şeydi sanırım. Aslında akşam buralarda bir yerde çadır kurarım diye düşünüyordum. Hem uygun bir yer aramak hem de etrafa bakmak için şöyle bir tura çıktım. Nehrin karşı tarafında güzel bir yer vardı ama dolu gibiydi. Sonra yukarılara doğru yaylaların tabelalarını gördüm. Orada kalırım diyerek yaylalara doğru çıktım. Gele gele bir odun deposunun oraya çıktım. Etraf epey ormanlık olduğu için kocaman bir depo vardı. Aşağıdan bir şekilde dağın öte tarafına yol olduğunu öğrendiğim için devam ettim. Hislerime göre bir yerde sağa döndüm ama hislerim yanlışmış. Biraz ileride kaçak olarak kırmızı benekli alabalık yakalayan avcılara rastladım. Tuta tuta bir tane ufacık balık tutmuşlar. Neyse onlar da dönüyorlardı zaten belli bir yere kadar bana rehberlik ettiler. Sonra da Tahtaköprü yolunu tarif ederek ayrıldılar. Oradan Tahtaköprü'ye kadar güzel dağ köylerinden geçerek gittim. Haritalarda bu yol gözükmüyor ama yol gayet düzgündü ve güzeldi. Bir daha gitsem bulamam tabi ki...





Tahtaköprü'ye geldiğimde güneş batıyordu.



Oluşan güzel manzaranın fotoğrafını çektikten sonra iyice kararmadan kalacak bir yer bulmak için Domaniç'e doğru ilerledim. Biraz tırmandıktan sonra sağda boş bir alan ve lokanta, piknik alanı gibi yerler gördüm. Önce geçtim ama sonra burada kamp kurabilirim diyerek geri döndüm. İyi ki de dönmüşüm. Şans eseri çok güzel bir yer keşfettim: Dağ Evi Restaurant ( http://www.geziyorumlari.com/index.php?option=com_content&task=view&id=166&Itemid=145 )




Orman İşletmesi'nden kiralanmış bir piknik yeri aynı zamanda burası. Arkada kamp kurabileceğimi söyledikleri için uygun bir yer bakarken gelip içeride de boş oda olduğunu, orada kalabileceğimi söylediler. Gerek yok filan dediysem de burası soğuk olur, odada soba da var diye ısrar ederek beni vazgeçirdiler. Gece yatana kadar orayı işleten aileden Erkan ve Murat'la sohbet ettik. Erkan da motorcuymuş, zaten ben ilk geçtiğimde sesi duyup dışarı çıkmış. Erkan çok hoşsohbet, bitirim bir delikanlı, Bulgaristan muhacirlerindenmiş. Murat'ın da babası Gürcü annesi Manav'mış, orman işletmede çalışıyormuş.

Erkan'ın kız arkadaşı, onun abisi falan filan derken geceyi yaptık ve ben bana ayırdıkları odaya gidip yattım. Sağolsunlar soba da yaktılar...
Lokantanın yemekleri çok lezzetli, dekorasyon da güzel, binanın içi ve dışı rengarenk desenlerle dolu. Burayı ilk kuran adam yapmış, Erkan deli diye bahsediyor ondan enteresan bir insan olduğu için...En meşhur yemekleri kurufasülyeymiş, fırında kocaman bir toprak tencerenin içinde duruyordu. Ben saç kavurmayı tercih ettim o da lezizdi...

Sabah da güzel bir kahvaltı yaptık. Murat köyden taze sağılmış manda sütü getirdi içmemiz için. Bütün bunlar için de az bir para istedi Erkan. Tahtaköprü'den Domaniç'e doğru giderseniz mutlaka uğrayın derim, Tahtaköprü'yü geçtikten sonra tepeye tırmanırken sağda. Zaten fotoğraflarda da gözüken bu güzel boyalı yeri kaçırmak kolay değil.İnşallah benim de yolum düşer de tekrar uğrarım bu güzel yere...




Daha fazla fotoğraflı orjinal versiyon: http://www.geziyorumlari.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1098&Itemid=149

Son Mesajdan 6 dakika sonra eklendi:

Sabah kahvaltısından sonra Erkan'la vedalaşıp Domaniç üzerinden Kütahya'ya doğru yola çıktım. Dağ Evi Restaurant'ın olduğu yerden sonra biraz daha tırmanıp Domaniç'e doğru inişe geçince iklim değişti resmen. Sıcak vurmaya başladı açık bir şekilde. Farkı bu kadar net hissetmek şaşırtıcıydı...

Domaniç Ormanları denen bölgeden geçerek Kütahya'ya doğru ilerledim ama bana önceki yerler daha güzel gelmişti açıkçası. Domaniç'i de içinden bir tur atarak geçtikten sonra Tavşanlı Termik Santrali'nin görüntüsü eşliğinde Tavşanlı'yı da geçip Kütahya'ya yakın sayılabilecek Yoncalı Kaplıcaları'na kadar geldim. Erkan buradaki kaplıcaları çok övmüştü ama kaplıca sefamı Oylat'ta yaptığım için burada tekrar gitmedim. Kaplıcalar, hamamlar dışında Selçuklular'dan kalma 1200'lü yıllarda yapılmış hala kullanımda olan bir cami vardı...

Hadi bakalım Kütahya'ya diyerek yola çıktıktan kısa bir süre sonra İstanbul - Konya tren yolculuklarında sürekli geçtiğim ama daha önce hiç görmediğim Kütahya'ya girdim. Merkeze doğru ilerlerken sağda Germiyanoğulları Caddesi tabelası görüp döndüm. İyi ki de dönmüşüm. Germiyanoğulları ve Osmanlı dönemlerinden kalma 3-4 katlı eski konaklarla dolu bir mahalle. Kimileri restore edilip otel, restaurant olmuş, kimileri restore ediliyor, kimilerinin de içinde hayat devam ettiği için durumları iyi. "Kütahya Konağı" gibi isimleri olan tesisler gördüm, yerel kültürü tanımak için ziyaret edilebilir.



Böyle dolana dolana eski evlerin olduğu bir mahalleye geldim. Tepede de Kütahya Kalesi var. Eski evler doğal olarak kalenin eteklerindeki mahallelerde.




Arada birkaç da eski cami gördüm. Bir de "Kossouth Müzesi". Macar milli mücadelesinin kahramanıymş Kossouth. Bir süre Kütahya'da şimdi müze olan evde konaklamış. Ben gittiğimde Pazartesi olduğu için kapalıydı.

Mahallelerde bir gözüm yolda bir gözüm sağda solda ilerledikten sonra eski Mevlevihane yeni Dönenler Cami'sini sağımda buldum. Solumda da Ulu Cami. Kütahya'da eski bir mevlevihane olduğunu bildiğim için zaten bulmayı düşünüyordum ama böylece pat diye bulmuş oldum:) Motoru bahçesine parkedip içine girdim. Girişten hemen sonra sema yapılan yuvarlak alan başlıyor. Onun arkasında da türbe kısmı var. Mihrap köşeye bir yere denk gelmiş. Semahaneden çevrilme olduğu için cami planına birebir uymuyor tabi yapı...Mevleviliğin önemli merkezlerinden birisi de Kütahya'ymış. Önceden başka binaları da varmış mevlevihanenin ama zamanla yıkılmış. Birkaç da fotoğraf çekip dışarı çıktım.



Yağmur başlar gibi olunca da kalacak yer aramayı sonraya bırakıp motoru şadırvanın altına çekip banka oturdum. Sonra karşıdaki fırından haşhaşlı lokma alıp yanındaki kahvede çayla yedim. Bu bölgede haşhaşı çok kullanıyorlar, ben de seviyorum haşhaşlı şeyleri...Gittiğim yerlerde fırınlardan böyle değişik şeyler alıp çayla yemek güzel oluyor...

Yağmur dinince otel aramak üzere yola çıktım. Biraz dolaştıktan sonra ufak bir tane buldum. Eşyalarımı bırakıp arada ikinci bir yağmur molası vermek zorunda kaldığım pazar yerinin yanında gördüğüm camiyi ziyarete gittim. Dışarıdan ilginç olduğu belliydi zaten. İçerideki süslemeler tek kelimeyle muhteşemdi bence. Adı Yeşil Cami'ymiş. Ufak bir cami, minaresi Arap stili, şerefesi kapalı.

Kütahya'ya acayip kanım kaynadı nedense. Pat diye yerleşesim geldi...Akşam şehirde biraz daha turlayıp Ulu Cami'yi de ziyaret ettim. Büyük sayılabilecek dikdörtgen bir cami. En ilginç yanı içinde şıpır şıpır su sesleri duymanızı sağlayan minik bir havuz olması.



Ertesi sabah da kaleye çıkıp manzarayı seyretmek, Arkeoloji Müzesi olarak kullanılan eski medreseyi gezmek gibi aktivitelerde bulundum. Yemek vakti gelince de şehre ilk girişimde gözüme çarpan, eski çarşı merkezindeki köfteciye gittim. Tam isabet, içerisi tıklım tıklım, sadece köfte, tatlılar ve içecekler var. Köfteler de tatlılar da nefis, zaten yerin adı da Nefis Köfte. Şıra olması da ayrı bir hoşluk... http://www.geziyorumlari.com/index.php?option=com_content&task=view&id=639&Itemid=145

Öğleden sonra da Eskişehir yönüne gidip Frig Vadisi'nin Kütahya sınırları içinde kalan kısımlarını gezdim ama belki bu tarz çok daha etkileyici yerler gördüğüm için kaya evleri filan bana pek ilginç gelmedi. Şöyle bir tur atmış oldum motorsikletle.


Bu fotoğrafta suyun üzerindeki sıçramalar sek sek sekerek kalkışa geçen bir kuşa ait...



Ertesi sabah da kahvaltımı yine çay eşliğinde haşhaşlı lokma ile yapıp Afyon'a doğru yola düştüm...

Diğer fotoğraflarla birlikte gezi yazısı: http://www.geziyorumlari.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1103&Itemid=149


Not: Arada yine bazı fotoğrafları kaybetmişim sanırım, bahsettiğim bazı yerlere ait fotoğraf bulamadım...

Son Mesajdan 9 dakika sonra eklendi:

Yine biraz şehir gezisi olacak ama yaylaya kapağı atmadan önce Afyon'dan da geçmem gerekiyor:) Aralara ekleyeceğim fotoğrafları da ama orjinalinin linkini de peşin peşin vereyim. Fotoğraflar üzerine tıklayarak slayt gösterisi şeklinde izlenebilir orada:

http://www.geziyorumlari.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1104&Itemid=149

Afyon'a yaklaşırken ilk dikkatimi çeken epey yüksekte bir kayanın üzerinde duran kalesi oluyor. Daha önce hiç böylesini görmemiştim. Kale resmen kartal yuvası gibi...



Böyle olunca ben de ilk hedef olarak kendime kaleyi seçtim ve tabelaları takip ederek tırmanışa başlanacak yere geldim. Ellerinde tartılarıyla harçlıklarını kazanmaya çalışan çocuklar karşıladı beni. Onlarla biraz sohbet ettikten sonra ikisinde tartıldım, ikisinde de dönüşte tartılmaya söz vererek merdivenleri çıkmaya başladım...Az buz değil merdivenler, ara ara dinlenmek gerekiyor ama yukarı çıkınca da epey geniş bir alan görülebiliyor. Ben de bunu kendime yeni hedefler belirlemekte kullanıp eski evlerin olduğu bölgelerde ziyaret edebileceğim eski eserleri tespit ediyorum. Cami, hamam benzeri yapılar ve tarihi evler seçilebiliyor yukarıdan. Hepsine nasıl gidebileceğimi kafama yazdıktan ve manzarayı biraz seyrettikten sonra aşağıya iniyorum.







İkinci tartılma faslından sonra (kilo kaybı yok:)) çocuklarla biraz daha konuşuyoruz. Bir tanesinin çok ağır aksanı var, o konuştukça benim gülesim geliyor...



İlk durak Ulu Cami. Herhalde her şehirde bir Ulu Cami var:) İçeride restarasyon çalışmaları sürüyormuş ama görevli orada olduğu için kapıyı açıp bana içeriyi gezdirdi. İçi tamamen ahşap, girer girmez çam kokusu gibi bir ağaç kokusu farkediliyor.. Cami 40 tane ahşap sütun üzerinde duruyor. Sütunların bazılarının üstü ve bağlantı kalaslarının üzerinde renkli süslemeler var. En ortadaki yer en süslü olanı, boydan boya ayetler yazılı. Bazıları hala rahatça görülebiliyor. Selçuklu döneminde 1272 tarihinde Sahip Ata oğullarından Nusretüddin Ahmet tarafından yaptırılmış.





Ulu Cami'den sonra eski evlerin arasında turluyorum. Burada da hayat devam ediyor. Bu yüzden evler yaşanabilir durumda. Ara ara durup fotoğraf çekiyorum. Bir ara tekneyle pişirdikleri kocaman ekmekleri taşıyan iki genç kız görüyorum. Ekmekleri pişirildiği yerden alıp bir eve götürüyorlar. Kütahya'da da ev yapımı ekmekler satılıyordu etrafta. Şu köyün ekmeği, bu köyün ekmeği diye. Demek ki köyden köye değişiyor...


Tepeden tespit ettiğim diğer camiye gidince buranın da eski mevlevihane olduğunu görüyorum. Afyon da Kütahya gibi mevleviliğin Konya'dan sonraki önemli merkezlerinden.

Bu mevlevihanin arkasından kaleyle birlikte görüntüsü

Geniş bir avlusu ve avluda hala kullanılan ufak odaları var. Bizzat Hz. Mevlana'nın oğlu Bahaaddin Veled gelip kurmuş buradaki mevlevihaneyi. Ahşap olarak bir kaç kez yapılmış ama hep yangınlara yenik düşmüş. En son II. Abdülhamit tarafından şimdiki haliyle inşa edilmiş. Bahçede, caminin giriş kapısının hemen yanında Namık Kemal'in annesinin kabri var. Herhalde mevleviydi kendisi...İçeride de giriş kısmından sonra kabirler ve ortada da sema alanı var. Çıkışta imamla biraz sohbet ediyoruz. "Seyahatin hayırlı sonuçlara ersin" gibi hoşuma giden bir dilekle bitiriyor konuşmasını. Ersin inşallah...



Eski çarşıların orada dolaşırken artık birşeyler yiyeyim diyorum ve yerel tecrübeyi kullanmak üzere yol kenarındaki bir amcaya güzel bir lokanta bilip bilmediğini soruyorum. O da "Bizim buraların etliekmeği güzeldir. Sen en iyisi benim az önce yaptığım gibi yap, şurdan kasapta iç hazırlatıp fırında etliekmek pişirtip ye." diyor ve tutup kasaba götürüyor beni. Yemeklerde de Konya etkisi var yani:) Kasaptan içi hazırlatıp lokantaya gidiyorsun, senin için pişirip getiriyorlar. İlla etli olmasına da gerek yok, peynirini, patatesini, yumurtasını alan geliyor fırına. Tabi istersen kendileri de yapıyorlar ama anladığım kadarıyla insanlar genelde kendi malzemelerini getirip pişiriyorlar. Konya'daki fırınlar gibi...

Çıkışta amcayla da biraz sohbet ediyoruz. Şoförmüş, daha dün Konya'ya birilerini götürüp getirmiş. "Motor işi sakat, bırak sen bunu" diyor bana. "Gençken çok kullandım ama şimdi bronşitten çekiyorum" diyor. "Otobüslerin filan da arasına girme" diye uyarıyor beni ayrılmadan önce...Ne işim var otobüslerin arasında zaten...


Bu bana güzel ve ilginç gelen bir minare

Merkezde kocaman bir de külliye var: Gedik Ahmet Paşa külliyesi. Cami, hamam ve medreseden oluşuyor. Hamam hala işler durumda. Medrese kültür merkezi gibi düzenlenmiş. İçeride dükkanlar,atölyeler ve güzel bir kafe var. Caminin içi baştan başa yeni restore edilmiş sanırım, çok enteresan değil...Bahçesi de park gibi, gelenler geçenler, ağaçlar...


Afyon'un girişlerinden birindeki heykel ve kale...

Dolaşırken müze, belediye binası gibi eski yapıların olduğu ve bir ucunda sucukçuların sokağı bulunan ana caddeye geliyorum. Buradan ne tarafa gideceğime de karar veremedim henüz...Hele bir ekmek kadayıfı yiyeyim de:) Yaşlı bir amcanın işlettiği güzel bir yer bulup yiyorum ama porsiyon kallavi, ye ye bitmiyor. Bu enerjiyle yola rahat rahat koyulabilirim:)

Tabi ne tarafa gideceğim hala bir muamma. Turizm bürosuna gidip biraz broşür alıp bilgi soruyorum. Broşürlerde çeşitli yaylalar ve Akdağ tabiat parkından bahsediliyor. Bana yayla desinler yeter zaten, hemen ilgim o tarafa kayıyor. Haritadan bakınca tabiat parkıyla aynı yoldan Uşak'a da gidilebildiğini görüyorum. Karar vermeyi mümkün olduğu kadar erteleme huyuma uygun olarak ya ona ya öbürüne giderim diyerek en azından başlangıç yolumu seçmiş oluyorum...


Bahsettiğim eski binaların olduğu caddedeki heykel ve kale...Kale her yerde:)

Akdağ için Afyon'dan Burdur Antalya yönüne gidiliyor. Sandıklı'dan da sağa Hocalar - Uşak yönüne. Bu yoldan da Akdağ için Sorkun'a sapmak gerekiyor. Sorkun - Uşak yol ayrımında kısa bir tereddüt yaşasam da Sorkun'u tercih ediyorum. Fakat etraftaki tepelerde pek bir güzellik göremiyorum. öyle olunca Sorkun'da Uşak tarafına tekrar nasıl giderim diye soruyorum. Şurdan, yok burdan diye her kafadan bir ses çıkarken yol güzel midir, hangi taraf daha iyidir filan deyince birisi "Esas bizim Kocayayla'ya gideceksin güzel yer istiyorsan" diyor. Çobanlar vardır orada şimdi, yoğurt yersin, ah ah ben de gitsem filan da deyince ve de yolun yakın olduğunu söyleyince en azından bir gidip bakayım diyorum, beğenmezsem geri dönerim...Her ihtimale karşı biraz yiyecek de alıyorum Sorkun'dan.

Toprak ama düzgün bir yoldan gidiliyor Akdağ Tabiat Parkı içindeki Kocayayla'ya. Yayla çamlar arasında, yeşillik, güzel bir yer. Böyle olunca da çobanlık günlerim başlıyor:)

Thursday, June 14, 2007

Gezi Albümleri

Tayland, Laos, Kamboçya ve Vietnam'ı içeren 4 aylık bir gezinin fotoğraflarını sonunda yayınlamaya başlayabildim. Bir süredir CD'yi bulamadığım için fotoğrafların dijital versiyonları elimde yoktu. Kısmet olursa yakında detaylı anlatım da yapacağım:))

Ayuthaya, Chiang Mai ve Songkran Festivali

Vientaine, Vang Vieng

Luang Prabang, Laos'un İncisi

Saturday, May 12, 2007

Sarıalan Yaylası'nda Mezun Buluşması

www.geziyorumlari.com adresindeki Gezi Yorumları'nda yayınladığım bir yazıyı buraya da ekliyorum

Geleneksel olmayan MAL buluşmalarından bir tanesi daha, geçtiğimiz Pazar günü Köroğlu Dağları'nda gerçekleştirildi, gözümüz aydın:) Bilmeyenler için "MAL" nedir onu açıklayayım önce. Efenim MAL, Meram Anadolu Lisesi'nin kısaltmasıdır. Aslında doğrusu KMAL yani Konya Meram Anadolu Lisesi'dir ama biz zaman zaman "MAL"lar hitabını kullanırız kendi aramızda. Okula girdiğimizde Konya büyükşehir olmamıştı ve tek bir Anadolu Lisesi vardı, haliyle adı da KAL yani Konya Anadolu Lisesi'ydi. Sonradan Meram diye bir merkez ilçe olunca ve değişik Anadolu Liseleri açılınca okulun adına da Meram eklendi.

İşte bu güzide okuldan 93 yılında mezun olan arkadaşlar olarak bir yahoo grubu vasıtasıyla ara ara haberleşiyoruz. Geçen hafta gruba, Ankara ve İstanbul'daki arkadaşlar olarak şöyle ortada bir yerde buluşalım, görüşelim, kaynaşalım, hasret giderelim teklifinde bulundum. Onlardan da olumlu tepki gelince, fotoğraflarından güzel bir yer olduğuna kanaat getirdiğimiz, Bolu Köroğlu Dağları'ndaki Sarıalan Yaylası'na gitmeye karar verdik. E oralara kadar gitmişken Bolu Dağı'nda kahvaltı keyfini de yaşayalım diyerek ilk buluşma noktamızı İsmail'in Yeri olarak belirledik.

Planladığımızdan biraz geç de olsa buluştuk ve hoşbeş, ne yaparsın, ne edersin, o ne oldu, bu ne yaptı sohbetleri eşliğinde güzel bir kahvaltı yaptık. Eşlerle, çocuklarla tanışıldı, çocuğu olanlara çocukları, işi olanlara işleri, işi olmayanlara güçleri soruldu, bilgiler tazelendi...İşte tam kadro olmasa da, buluşmuş ve karnımızı doyurmuş halimiz:

İsmail'in Yeri

2'si genç olmak üzere toplam 16 kişiydik bu buluşmada. İşte gençlerden bir tanesi, Tunç:

Tunc Efendi

Daha iyi poz verebilirdi tabi ama yolda sıkıldı çocuk, ne yapsın. Kendisi bana amca değil de abi diyerek çok akıllı bir çocuk olduğunu da belli etti yola çıktığımızda, bunu da belirteyim:)

Bu da diğer genç, gurubumuzun yakışıklısı Mehmet:

Yakisikli

Kahvaltıdan sonra arabalara doluşup gitmeye karar verdiğimiz Sarıalan Yaylası'na doğru yola çıktık. Önde biz, güya yolu biliyoruz ya, millet de bizi takip ediyor. Kartalkaya dönüşünün ufak bir tabelası olduğunu bildiğim için dikkatli gitmeye çalıştık ama Vietnam konusunda konuşmaya dalınca dönüşü kaçırmışız. Otoyolun sağından giderken soluna geçince bunu farkettim. Durup sorduğumuz benzinci de 7-8 km geçtiğimizi söyleyince Ankara tarafına ufak bir gezinti yapmış olarak geriye döndük. Bu sefer dönüşü yakalamayı becererek Kartalkaya'ya doğru tırmanmaya başladık.

Yol dar ve virajlı, bir yandan da yukarı doğru tırmanıyor. Böyle olunca hafif bir ralli tadında çıktık yukarıya doğru, yemyeşil yerleri ve köyleri geçerek. Biraz tırmandıktan sonra hafif hafif ağaç altlarında karlar gözükmeye başladı. Sapaktan 20 km. sonra da kendimize hedef olarak belirlediğimiz Baysal Otel'e geldik. Şöyle bir etrafa ve içeriye bakma, ne yapalım, ne edelim, burada mı yiyelim, göle mi çıkalım, yürüyüş mü yapalım, buraya niye geldik, hay senin gibi organizatöre gibi konuşmalardan sonra haftaiçi fotoğraflarını gördüğümüz göle gidip biraz dolaşmaya ve dönüp şömineli salona yerleşmeye karar verdik.

Kendimize göre yol tarifini aldık ama sapakları kaçırma günümüzde olduğumuzdan olsa gerek bu sapağı da kaçırdık. Bunu öyle böyle değil bayağı bir kaçırmışız ama, bir daha hiç bulamadık:) İleride bir yerlerde oteli arayıp öğrenmeye çalıştık fakat o sırada sapağı çoktan geçmiş olduğumuz için yola devam etmemiz Kartalkaya'daki otellere gelmemizle neticelendi. Tabi bu arada etraftaki kar ve sis oranı da gittikçe artmıştı. Tesislere gelip de gölü geçtiğimizden iyice emin olunca biz de kendimizi kartopu oynamaya verdik:) Diğerlerini bilemiyorum ama benim karar verişim etrafa bakarken kafama yediğim bir kartopuyla oldu. Ellerimiz donmaya başlayıncaya ve iyice üşüyene kadar bu faliyet devam etti. Malesef aramızdan kadın ve çocuklara hain saldırılar düzenleyenler de çıkmadı değil... Bir de çoğunluğu hentbolcü olan tayfadan daha isabetli atışlar çıkması lazımdı ama bizden geçmiş artık, en azından benden. Şöyle okkalı bir isabet kaydedemedim:)

Dönüşte artık ümidimizi kestiğimiz için gölü bulmaya hiç yeltenmeden otele doğru indik. Sarıalan'a tekrar geldiğimizde bir grup arkadaşımızın hiçbir evinden duman tütmeyen yaylada kahvehane bulma yönünde bir girişimleri oldu ama haliyle bu girişim başarılı olmadı. Sadece bir "eski günlerdeki gibi" fotoğrafı çekmemize vesile oldu:

Eski Kadro

Soldan sağa mevkileri sayıyorum: Kaleci, sağ kanat, sağ kanat, sol oyun kurucu, taraftar, kaleci, sol kanat. Evet tüm mevkilerde adamımız yoktu ama yine de 7'yi tamamlamıştık. Fakat aradık taradık yaylada hentbol maçı yapacak rakip bulamadık...Eskiden olsa çamurda yuvarlana yuvarlana bir futbol maçı yapardık, çok da zevkli olurdu eminim ama insan büyüdükçe biraz değişiyor. Hem aramızda mevki sahibi insanlar da vardı, mazallah bir gören duyan olsa, karizma sıfıra inerdi:) Öyle olunca da mecburen Baysal Otel'e gittik.Acıkan, sportif aktivitelere ya da biraz üşümeye sıcak bakmayan grup içeriye girerken, aktif, dinamik, heyecanlı ve genç ruhlu arkadaşlar çevre yürüyüşü icin yola çıktı...

Geride kalan moruklar ne yaptı bilemiyorum ama biz yaylanın ortasından bir o yana bir bu yana döne döne ilerleyen dereyi takip eden yola girip sohbet ede ede 2 km kadar yürüdük. Bu sırada otelin iki köpeği de bize eşlik etti. 2 yaşındaki Şimşek gençliğin verdiği enerjiyle sürekli 500 m önümüzden gitti ve sık sık durup bizi beklemek zorunda kaldı. Yaşlı olduğu her halinden belli olan diğer köpekse zor yürümesine rağmen bizi takip etti, her duruşumuzda yere uzanıp dinlenmeye çalıştı. Hayvancağızın o haliyle bize eşlik etmesi çok duyguladırdı bizi gerçekten. Kendisine saygımızın bir ifadesi olarak sanal dünyada bir yer edinmesi için fotoğrafını koyuyorum:

Yaşlı Köpek

Dönüş yolunda evli ve romantik arkadaşlar eşlerine sarı, mavi ve mor renkli çiçeklerden topladılar. Henüz yaylaya ismini verecek kadar çok çiçek yoktu ama yine de birkaç hafta içinde nasıl olabileceğini tahmin etmeye yetiyorlardı. Dönüşte hafif üşüsek de yürüdüğümüzden olsa gerek soğuğu pek hissetmedik.

Otele girdiğimizde yemekler yavaş yavaş geliyordu, tam vaktinde döndük yani:) Baysal Otel Lokantası'nın güzel yemeklerinden yedikten sonra sohbet masada ve şöminenin önünde iki grup halinde devam etti, masada bir kez daha memleket kurtarıldı, rejim tartışıldı, gelecek hakkında tahminler yürütüldü ve sonunda gitme vakti geldi çattı.Öpüşüp koklaşıp bilahare Ankara, İstanbul ya da Bolu'da görüşmek üzere ayrıldık. Zaten bu sefer soğuk yüzünden dışarıda çok fazla duramadık, belki gelecek aylarda bir kez daha toplanırız...Kimse gelmezse bile belki ben motora atlayıp kamp kurmaya gelirim tekrar...

Evet, bir Pazar da böyle geçmiş oldu. Hem epeydir görüşemediğimiz arkadaşlarla görüşmüş hem de biraz dağ havası almış olduk. Üşenmeyip sık yapmak lazım böyle buluşmaları...Son bir yayla fotoğrafıyla bitireyim yazıyı:

Sarıalan Yaylası

Viyana'ya gidersen...

www.geziyorumlari.com adresindeki Gezi Yorumları'nda yayınladığım bir yazıyı buraya da ekliyorum


- St. Stephan Kilisesi'ni gör. Zaten şehrin merkezinde, görmeden geçmen zor:)

- Eski bir Viyana kafesinde cafe melange icip elmali pay (apfelstrudel) ye. Benim favorim Cafe Sperl'dü. Gel gör ki Hitler'in de favorisiymiş zamanında. Farklı bir tarihi özelliği de var ama onun dışında da güzel kafeler var.

- Schönbrünn Sarayı'nı ve bahçesini gez. Bahçede bir de hayvanat bahçesi var, güzel bir gün burada geçirilebilir...

- Karlskirsche'yi gör

- Dev dönme dolap için Prater'e git. Binip binmemek sana kalmış.

- Hundertwasserhaus - Hundertwasser Evi'ni gör. Başka yerde görülmesi zor bir mimari tarz:)

Savaşan Köyü

www.geziyorumlari.com adresindeki Gezi Yorumları'nda yayınladığım bir yazıyı buraya da ekliyorum...


Bu köyü hangi kategori altına girsem tam olmayacaktı ama sanırım en uygunu burası. Burası Birecik Barajı yapılıncaya kadar güzel taş evleri olan normal bir köymüş. Baraj yapılıp da baraj gölü dolunca yolu ve köyün bir kısmı suların altında kaldığı için terkedilmiş. Televizyonlarda ya da fotoğraflarda görmüşsünüzdür mutlaka yarısına kadar suyun içine gömülmüş olan cami minaresini. Hatta benim hatırladığım görüntülerde minareye tırmanıp suya atlayan çocuklar vardı. İşte burası Savaşan Köyü. Halfeti'den tekneyle Rumkale (Hromgla)'ye giderseniz bu köye de uğruyorlar. Suya batmamış evler ve minare manzarası ilginç. Yaklaştıkça suyun altındaki evleri de görebiliyorsunuz. Bu güzelim konaklara yazık olmuş diye düşünüyor insan. Bir şekilde turizme kazandırılabilir aslında, umarım ileride olur...

Thursday, April 26, 2007

Üsküdar'dan Kuzguncuk Üzerinden İcadiye'ye

Yazının Orjinali

www.geziyorumlari.com adresindeki Gezi Yorumları'nda yayınladığım bir yazıyı buraya da ekliyorum


Geziler hep başka ülkelere, başka şehirlere olacak değil ya, bu seferki gezi Üsküdar'dan İcadiye'ye kadardı. Güzel bir havada bir eğitim için gittiğim Üsküdar'da eğitimin iptal edildiğini öğrendim. Fırsat bu fırsat diyerek sahilden önce Kuzguncuk'a yürüdüm, oradan da tırmana tırmana İcadiye'ye çıktım. Kısa da olsa güzel bir gezi oldu, ara ara durup fotoğraf çektim. İşte adım adı yol notları:

Kanaat Lokantası'nın hemen yanından başladığım yürüyüşte ilk fotoğraflarımı Mihrimah Sultan Camisi'nin arkasından Sultantepe'ye çıkan merdivenlerin orada çektim.

Şirin Ev

Merdivenle diğer sokağın arasına sıkışmış şirin bir ev...Merdivenleri daha önce denediğim için bu sefer çıkmadım. Buradan sonra Mihrimah Sultan Camisi'nin içinden geçerek sahil yolundan Kuzguncuk'a doğru yola koyuldum. Haftasonu olması ve havanın da güzel olması sebebiyle etraf oldukça kalabalıktı.

Eski Tekel binalarını da geçtikten sonra sevdiğim yerlerden birisi olan Fethi Paşa Korusu'na geldim. Merdivenli yaya yolundan çıkmak yerine arabaların geliş yolun olan duvar kenarındaki yokuştan çıktım. Bu daracık yol da bana hep güzel gelmiştir. Arnavut kaldırımlı yolları sevdiğim için belki de. Ama yolun dışında duvar tarafının da ayrı bir güzelliği var, duvarda rengarenk kuş yuvaları asılı. Buyrun siz de görün:

Fethi Paşa Korusu

Aşağıdaki fotoğraf da yuvalardan bir tanesi. Artık karedeki güvercin Çiko mudur bilemiyorum. Bana pek çiko gelmedi ama yaz için rejim yapmış olabilir...
Çiko

Bu yoldan yavaş yavaş tırmanıp sola sapınca Fethi Paşa Korusu'na gelmiş oluyorsunuz Normalde oturup boğazı seyretmekten çok hoşlandığım bir yerdir burası. Ağaçlar da çiçek açtığı için manzara daha bir hoş olmuştu ama bu sefer oturmadan yoluma devam ettim. Yolunuz düşerse çaylarının yanında içinde mahlep olan güzel simitlerinden yemenizi tavsiye ederim.

Aşağıya inince Belediye'nin bir başka tesisiyle karşı karşıya geldim: Paşalimanı Kafe. Eğer boğazı yukarıdan ve ağaçların arasından değil hemen yanından seyretmek istiyorum diyorsanız, burayı tercih edeceksiniz. Güzel günlerde deniz kenarında kahvaltı keyfi için ideal. Kapalı yerleri de var ama boğaz kenarında olmak yerine içerde olmayı tercih etmezsiniz herhalde...

Paşalimanı Kafe

Paşalimanı'ndan kısa bir yürüyüşten sonra Kuzguncuk'a geldim. Otobüs durağının ve ışıkların olduğu yerdeki minik parkta biraz oturup denizi ve insanları seyrettim. Gölgeler biraz soğuk olduğu için insanlar güneşli tarafta toplanmışlardı. Bir süre sonra da tam tersi herkes göldede oturmaya çalışacaktır:) Bu parkta otururken Çınaraltı'ndan çay kahve ısmarlamak da mümkün. Hatta bir ara ufak masalar getirip yiyecek de servis ediyorlardı ama sonra iptal oldu bu. Herhalde uygunsuz oluyordu biraz.

Park

Velhasıl eğer karnım aç diyorsanız Çınaraltı'na oturmalısınız. Özellikle sahanda yumurtaları pek lezzetlidir. Müdavimlerinin yaz kış vazgeçemediği bu mekan Kuzguncuk'un klasik yerlerinden birisi....

Çınaraltı

Karnınızı çay eşliğinde ve parkta doyurmak istiyorsanız hemen karşıdaki pastaneden veya Çınaraltı'nın yanındaki fırından da birşeyler alabilirsiniz. Temizel Unlu Mamüller isimli bu fırın eski görüntüsüyle bana hep ilginç gelmiştir. Çeşit çeşit gevrek, çubuk gibi şeyler yaparlar, bunlar tepsiler içinde vitrinde ve içeride durur. Selanik gevreği ve Anasonlu gevrekleri benim ilgimi çeken ürünler ama siz de zevkinize göre birşeyler bulursunuz eminim.

Temizel Unlu Mamüller

Aslında içeriden de bir fotoğraf çekecektim ama fırının sahibi ya da çalışanı olan amca izin vermedi:) Muhabbet şöyle gelişti: İçeri girip "Amca bir fotoğrafını çekebilir miyim fırının?" dedim, "Ne yapacaksın?" dedi, "Yazı yazacağım, internete filan koyarım" dedim, "Yok" dedi, "Neden?" dedim, "Başımıza birşey filan gelir, boşver." dedi. Ben de amcanın başına birşey gelmesin diye içeriden fotoğraf çekmedim. Çeşitli ürünlerinden tadınız ama başlarına bir iş açmayınız, açarsanız da ismimi vermeyiniz, sorumluluk almam:)

Buradan sonra sahil yolundan ayrılıp, Kuzguncuk'un ana caddesi olan İcadiye Caddesi'ne girdim. Bu yol bir süre düz gittikten sonra yukarı doğru tırmanarak İcadiye'ye ulaşıyor. Sağlı sollu çeşitli dükkanlar, eski evler var. Kuzguncuk'taki mahalle havasını hemen hissediyorsunuz bu caddede yürürken. Tabi bu caddedeki çeşitli yerlerin de fotoğraflarını çektim ama onları da ikinci bölüme bırakalım. Yürümekten daha çok yoruldum yazarken:)